Geçen hafta katıldığım bir programda hayvan hakları yasasıyla ilgili konu tartışılırken ilkesel duruşumu belirttikten sonra ikinci cümlem nedeniyle eleştirildim. Programdaki diğer konuklar ve seyirciler, konunun en hassas noktasını değersizleştirdiğimi düşündüler. Burada tekrar ifade etmek istiyorum: Her canlının, doğal süreci içinde müdahale olmadan yaşaması gerektiğine inanıyorum. Sahipsiz olan bir köpeğin sahibi kâinatın yaratıcısıdır. Elbette onun verdiği canı ‘sahipsiz’ diyerek almak, inandığımız tüm kutsal değerlere aykırı.

Ancak henüz 12 yaşında olan ve yedi kez kuduz aşısı olmuş bir çocuğun annesi olarak, "ancak" kelimesini kullandığımda, bu yasanın ve tartışmanın istisnalarla konuşulmaması gerektiğini gördüm. Bu konuda doğru ve yaygın olan hassasiyetten sonra çözüm noktasında dikkatli olmalıyız ve yaşam hakkının kutsallığına inanarak hareket etmeliyiz.

Bu konunun tüm boyutlarıyla tartışıldığı programda, meslektaşım Avukat Cem Kaya, çocukluğuma ait bir hikâyeme atıf yaptı. Söz konusu hikâyem, Prof. Dr. Acar Baltaş ve Handan Uşaklıgil tarafından yazılan “İlk İşim” kitabında da yer almıştı.

Çocukluğunda hiç oyuncağı olmayanlardanım. Küçük bir plastik bebek veya topum olmadı. Buna rağmen çocukluğum muhteşem geçti… Köy ve kırsal hayat size keyifli anlar için müthiş imkânlar sunar.

O günler aynı zamanda evin geçimine “çalışarak” katkıda bulunduğumuz dönemlerdir. Örneğin hayvanlarını otlatmak için mekân, yemyeşil ovalar; zaman ise ilkbahar olurdu. Birkaç ineğimiz vardı ve ineklerden montofon olanını otlatmak bana aitti. Annemin, daha cevval olduğum için ineğin güvende olacağını düşünmesi ve beni taltif etmesi, kalabalık bir ailede kendisini özel hissedecek şansa sahip olamamış bir çocuk için çok çok önemliydi.

Bir ilkbahar günü ineklerimizi otlatmaya kayalıkların olduğu bir araziye götürdük.  İlkbaharda yeşeren muhteşem aromalı otları toplamaya daldığımızda bir ara ineğimin olmadığını fark ettim. Kayalıklarda ilerleyen ineğimi görmemle onun gözden kaybolması bir oldu. Aklıma gelen tek şey, ineğimin kayalıktan uçtuğu ve artık yaşamadığı idi. Bu korkuyla yamaçtan aşağıya resmen kendimi salıverdim.

Tam o esnada öğlen yemeği için annemin azık olarak koyduğu pişmemiş patatesleri fırlatan kardeşim, yamaçtaki hedefi yerine, hızla kayan benim ön dişimi tam on ikiden vurarak kırdı. Dudaklarım patlamış ağzım kan içindeyken ben dişime değil, ineğime ağlamıştım…

 Zaman geçtikçe her aynaya baktığımda, sorumluluğumu layıkıyla yerine getirmemenin acısını hep hissettim. Okulda akranlarımın bazen dalga konusu olan diş eksiği, ergenlik döneminde çok daha can acıtıcıydı. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazandıktan sonra üniversitenin mediko-sosyal merkezinde tedavi edilen dişim, meslek hayatım olmak üzere üstlendiğim sorumluklarla aramda muazzam bir bağlılığa sebep oldu.

Dönüp baktığımda; çocukluğum bana doğada olan her şeyi fedakârlıkla sevmeyi öğretti… Hayvan-insan ayırmadan sorumluluk almayı, merhameti öğretti. Bugünkü bakış açımız, yaptığımız işler, konuştuklarımız ve mücadelemiz sadece çocukluğumuzda yaşadıklarımızın sonucudur.