Bediüzzaman der ki; İnsanlar hür oldular, ama yine Abdullahtırlar. (Divan-ı Harbi Örfi). Yani Allah’ın kulu ve kölesidirler.
İnsanlığın vahşet ve bedeviyet, kölelik, esirlik ve ücretlilik devirlerinden sonra geçirmesi beklenen malikiyet ve serbestiyet devrini malikiyet kavramı üzerinden tahlil etmeye çalışacağım. Aksi takdirde bu durum anlaşılmaz ise Allah korusun dehşetli bir kibir ve enâniyet hastalığı doğması mümkündür.
İnsan, Malikiyet kavramını da aynı “ene” kavramı gibi manayı ismi ile ele alıp gerçek yönü olan manayı harfi ile bakış açısından uzaklaşırsa felakete düşmesi muhakkaktır. İnsanlığın bir tekâmül yaşayacağı bazı Kuran ayetlerinden ve hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır. 
Bununla birlikte insan eğer mülkiyet kavramını bir vahidi kıyasi olmaktan çıkarıp kendine mal ederse dehşetli bir kibir ve enâniyet hastalığına tutulur.
İnsanlığın son döneminde dehşetli bir dinsizlik ve inançsızlık hastalığına kapılacağı ve kıyametin kopmasına sebep olacağı hadisi şeriflerden anlaşılmaktadır. İşte bu dehşetli inançsızlık hastalığından kurtulmak için malikiyet kavramı üzerinde bir parça durmaya çalışalım;
“Benlik, esas ibadetin kaynağıdır. Yâni ene, kendini abd bilir. Başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyyeti harfiyyedir. Yâni; başkasının mânasını taşıyor, fehmeder. Vücudu, tebeîdir, ikinci derecededir. Yâni; başka birisinin vücudu ile kaim ve îcadıyla sabittir, îtikad eder. 
Mâlikiyyeti, vehmiyyedir, yani hayal ürünüdür. Ancak kendi mâlikinin izni ile; görünüşte, muvakkat bir mâlikiyyeti vardır, bilir. Hakikatı, zılliyedir, gölgedir.
Malikiyetin vazifesi ise, kendi Hâlıkının sıfât ve şuûnâtına mikyas ve ölçü olarak, şuurkârane bir hizmettir. İşte enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya ene’ye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikatı anlamışlar. Bütün mülkü Mâlik-ül Mülk’e teslim etmişler ve hükmetmişler ki: O Mâlik-i Zülcelâl’in ne mülkünde, ne Rubûbiyyetinde, ne Ulûhiyyetinde şerik ve nazîri yoktur; mûin ve vezire muhtaç değil; herşeyin anahtarı Onun elindedir; herşeye Kadir-i Mutlaktır. 
Sebepler, bir perdedir; tabiat, bir şeriat-ı fıtriyyesidir ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir cetvelidir, mistarıdır. 
İşte şu parlak nuranî güzel yüz, hayatdar ve mânidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki; Hâlık-ı Zülcelâl bir şecere-i tûba-i ubûdiyyeti ondan halketmiştir ki, onun mübârek dalları, âlem-i beşeriyyetin her tarafını nuranî meyvelerle tezyin etmiştir”. 
İşte benlik ve malikiyet kavramlarına Bediüzzaman bu şekilde yaklaşmış ve izah etmiştir. Buna mukabil her şeyi akılı ile çözmeye çalışan felsefeciler ise bataklığa gömülmüştür. “Felsefe ise, ene’ye mâna-yı ismiyle bakar. Yâni, kendi kendine delâlet eder, der. Mânâsı kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu; aslî, zâtî olduğunu telakki eder. 
Yâni zâtında bizzât bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu’meder (zanneder).
Eğer malikiyet kavramı insanların birbirleri ile olan ilişkileri çerçevesinde yani eşya hukuku içerisinde ele alınmaz ise çok tehlikeli bir durum ortaya çıkmış olur. Kişi Allah korusun kendini gerçekten malik bilip Rabbine karşı benliğini ileri sürebilir. 
Bunun sonucu ise Şeytanın yaptığı gibi enâniyet kibir hastalığıdır ki insanın sonsuza kadar aynı Şeytan gibi lanetlenmesine yol açar. Bu yüzden “Malikiyet ve Serbestiyet” devrini bu esaslar çerçevesi içinde ele almalı ve değerlendirmelidir, vesselam.