Her şeyi akılı ile çözmeye çalışan felsefecilerin bataklığa gömüldüğünü ifade etmiştik.Çünkü Felsefe ise, ene’ye mâna-yı ismiyle bakar. Yâni, kendi kendine delâlet eder, der. Mânâsı kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudunu aslî ve zati telakki eder. Yâni Tasarrufunda kendini hakikî mâliktir, zanneder.
Onu bir sabit bir hakikat zanneder. Vazifesini, kendi zatını sevmekten doğan bir tekemmül olduğunu bilir ve hakeza…
Bu felsefeciler Allah’a inanan kısmı da dahil olmak üzere çok esâsât-ı fâsideye mesleklerini bina etmişler. O esâslar, ne kadar esâssız ve çürük olduğunu Bediüzzaman’ın Risale-i Nur eserlerinde bulmak mümkündür. Bilhassa Sözler isimli kitapta hususan Onikinci ve Yirmibeşinci Sözlerde kat’î isbat edilmiştir.
Hattâ silsile-i felsefenin en mükemmel ferdleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar; “İnsaniyyetin gayet-ül gayâtı, (teşebbüh-ü bil-vâcib)dir.. yâni Vâcib-ül Vücud’a benzemektir” deyip firavunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva’-ı şirk taifelerine meydan açmışlar.
İnsaniyyetin esâsında münderiç olan acz ve za’f, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubudiyyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar...”
İslam Peygamberi Hz. Muhammed (asm) başta olmak üzere diğer peygamberlerin yolu ise sadece akla isnat etmeyi kabul etmez. Vahyi esas alır. Kendi akıl ve düşüncelerini Allah’ın peygamberler aracılığı ile göndermiş olduğu kutsal kitaplara muhatap ederek onları anlamaya çalışır. Bu hususu Bediüzzaman şu şekilde ifade etmektedir:
“Nübüvvet ise: Gaye-i insâniyyet ve vazife-i beşeriyyet, ahlâk-ı İlâhiyye ile ve secaya-yı hasene ile tahallûk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlâhiyyeye iltica, za’fını görüp kuvvet-i İlâhiyyeye istinad, fakrını görüp Rahmet-i İlâhiyyeye îtimad, ihtiyacını görüp gınâ-yı İlâhiyyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır diye, ubûdiyyetkârane hükmetmişler. İşte diyanete itâat etmeyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki; ene kendi dizginini eline almış.. dalâletin herbir nev’ine koşmuş. İşte şu vecihteki ene’nin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünema bulup, âlem-i insâniyyetin yarısından fazlasını kaplamış”. Şu halde malikiyeti ve benliği anlamak için şu hususlara dikkat çekmekte yarar vardır:
“Lehül Mülk, yani: Mülk umumen onundur. Sen, hem onun mülküsün, hem memluküsün, hem mülkünde çalışıyorsun.
Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor:
Ey insan!
Sen kendini, kendine malik sayma.
Çünki sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır.
Kendi başına muhafaza edemezsin, belalardan sakınıp, levazımatını yerine getiremezsin.
Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır.
O Malik, hem Kadir’dir, hem Rahim’dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme.
Kederi bırak, keyfini çek.
Zahmeti at, safayı bul.
Hem der ki: Manen sevdiğin ve alakadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kainat, bir Kadir-i Rahim’in mülküdür.
Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.. cefasını değil, safasını çek.
O hem Hakim’dir, hem Rahim’dir.
Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler” de, pencerelerden seyret, içlerine girme”. (Risale-i Nur Külliyatı’ndan - Mektubat)