Türkiye’nin büyümesinin önündeki en büyük problem, yeterli sermaye büyüklüğünün olmamasıdır. Son dönemde üretimimiz yeteri kadar artmazken tüketimimiz sürekli artıyor.

Millet olarak konforlu yaşama çabuk adapte olduk. İnsanın rahata alışması kolay oluyor. Kadim bir sözümüz var; “Allah gördüğünden geri koymasın.” diye. Gördüğümüz bu değildi. Toplum olarak; ağırlıklı olarak dar gelirli ailelerin çocuklarından oluşan fertleriz.

Ancak önceleri ‘Televole’ gibi programlar, daha sonrasında da sosyal medyanın yol açtığı “çalışmadan zenginlik içinde yaşama arzusu” oluştu. Bu, büyük oranda köylerin de boşalmasına sebep oldu.

Köylerimizde miras vb. sebeplerden dolayı küçülen topraklarımız, tarımda verimliliğin önünde en büyük engeldi. Diğer taraftan arazi toplulaştırması olmaması ekonomimizi olumsuz yönde etkilemeye devam ediyor. Büyük ölçekli yapılan tarıma ‘ölçek ekonomisi’, küçük ölçekli eski eski usul yapılan tarıma da ‘geçimlik ekonomi’ deniyor. Burada her ikisini de yaşatmak gerekiyor.

1940’lı yılların ikinci yarısından sonra Batı merkezli birtakım raporlar hazırlatılmıştı. Bunların en meşhurlarından birisi de “Baker Raporu” diye anılan rapordu. Orada özetle “Siz sanayi yapamazsınız, tarım yapın. Zaten sanayi yapacak kapasiteniz de yok. Tarımı da endüstri olarak yapmayın. Üretin, biz işleyip yine size satalım.” anlamına gelecek öneriler koymuşlardı.

Dönem dönem bazen küresel bazen de ülkemizin şartlarından dolayı ekonomik krizler yaşayabiliyoruz.

1929 Buhranı’nın, “Millî Mücadele”sini yeni tamamlamış ülkemiz için oldukça ağır geçtiğini söyleyebiliriz.

Yine İkinci Dünya Savaşı döneminde, o dönemki yönetimin korkakça davranması sonucunda depolarda çürütülen gıdalara karşın Türk milletinin açlığa mahkûm edildiği süreç yaşandı.

1957 ve 1960 arasında yine ekonomik sıkıntılar yaşanıyordu. 1960 darbesi sonrasında da Demirel’in geldiği dönemde kısmi rahatlama süreci yaşandı.

1970’li yılları tamamen kayıp yıllar olarak değerlendirebiliriz. Hem Batı’nın kışkırttığı terör olayları, yatırım yapılacak bir ortamı da ortadan kaldırıyordu zaten.

Özal’ın 24 Ocak 1980’deki kararları ekonominin toparlanmasını o dönem için sağlamıştı. Sonrasında ‘ithal ikameci ekonomi’ dönemi biterken Türkiye’nin yurt dışına açıldığı dönem başladı. 1980’lerin sonunda yine ekonomik sıkıntılar başladı.

1990’lı yılları da büyük oranda kayıp yıllar olarak değerlendirebiliriz. Zira kısır tartışmalar, yolsuzluk olayları, batan bankalar; hatıralarımızda kalanlar bunlar…

Bir de Çiller’in 5 Nisan 1994 kararlarını hatırlayabiliriz. Bu kararlarla ekonomimiz toparlanamadı. Zira siyasi istikrar yoktu.

Biraz yakın zaman sayılabilecek “2001 Anayasa atma krizi” ile başlayan süreç ve Kemal Derviş’in Dünya Bankası’ndan getirilmesiyle tasarruf başta, Batı’nın da kabul edeceği kararlar alındı.

3 Kasım 2002 AK Parti iktidarı ile sıkı maliye politikasına devam edildi. Ama bir taraftan yatırımlara da başlandı.

AK Parti dönemi, özellikle ulaşım ve sağlık alanında cumhuriyet döneminin en fazla yatırım yapılan dönemi oldu. Bu sebepten dolayı girdiği tüm seçimlerde oy oranları arttı.

2018 seçimlerine girerken de 2023 seçimlerine girerken de yatırımlarda frene basılmadı.

Berat Albayrak da Hazine ve Maliye Bakanı olduğu zamanda ‘tasarruf tedbirleri’ almıştı. Ama yatırım ve üretimde de ciddi anlamda teşvikler vardı.

Sonuç olarak; Mehmet Şimşek, Londra finans piyasalarının kabul ettiği bir finansçı. Batı’da bir kabulü var. Finans çevreleri de faiz artışı bekliyorlardı. Şu an yüzde 60’larda bir faiz oranımız var. Yatırımların da bazılarını durduruyoruz. Bu durum, KOBİ ölçeğindeki firmalarımızın ya da ciddi anlamda büyümüş firmalarımızın da batmasına sebep olmamalı.

Bizim üretime, üretimde teknolojiyi kullanmaya ve de israftan ziyadesiyle kaçınmaya ihtiyacımız var. İsrafa hayır, tasarrufa evet. Ama yatırıma da çok ihtiyacımız var.