Yol


Avlusunda düşler bıraktığım, çocukluk evime.
Ne zaman yalansız bir söz arasam.
O eve düşüyor yolum.
O gördüklerin yıldız değil.
Şehir ışıkları. Buralarda, bulutların aklı karışık.
Sularının yüzü bulanık. Anne tut ellerimden, gidelim evimize.
Tozlu yollarında, yıkayalım yüzümüzün karasını.
Dilimizdeki kent yalanlarını mazgallara atalım.
Köşe başında hâlâ duruyorsa, o âşık söğüt.
Gölgesinde azıcık uykuya dalalım.
Anne tut ellerimden, gidelim evimize.
Yanaklarımda elmalar şımarmıyor buralarda, Şuramda bir gamzem vardı,
O evde kaldı. Düşlerimin benzi soluk, sesi kısık.
Anne tut ellerimden,gidelim evimize.
Böyle bir şiir yazmıştım bir ikindi vakti. Bir nevi geçmişe bir mektuptu. Özlemdi... Ne kadar çok çocukluktan, eski dostluklardan, eski günlerden bahseder olduk. Sanırım asıl özlediğimiz samimiyet.
Teraziyi dengede tutan, o muazzam duygu... Saygıda samimiyet. Sevgide samimiyet. Kısacası her an, her yerde samimiyet...
“Bugünleri ararsın, kıymetini bil...”diyen anneannemi, şimdi şimdi anlıyorum. Her nesilde yaşanan duyguymuş bu işte. Giden aranıyormuş.
Binalar yükseldikçe kısalan muhabbetler, kentler kalabalıklaştıkça yalnızlaşan bizler, şu kalem-kâğıt olmasa ne yapardık acaba. Kime dökerdik içimizi. Kim dinlerdi şu beyaz sayfanın samimiyetinde bizi.
Tam son cümlede duyduğum şu ezan sesi... Umudunu kesme diyor. Bir bakarsın gittiği yoldan, geri döner o vefalı, o insan dolu günler...